İKİ BABA İKİ OĞUL

Havanın kapalı olduğu kış günlerinde, kurşuni bir renge bürünen deniz ile arkasında yükselen karlı dağlar arasına sıkışmış olan şehirde; sabahın ilk ışıklarıyla başlayan yağmur öğleye doğru kesilmişti. Sokak kenarlarından akan sular, kavşaklarda diğer sokaklardan gelenlerle birleşerek caddelere, oradan da denize doğru ilerliyordu .Ancak gökyüzü halen lacivertsi bulutlarla kaplı olduğu için güneş bir türlü kendini gösterme şansını bulamamıştı.Yağmurun bastırmasıyla, kendilerini en yakın kapalı yerlere atan insanlar,yağmurun dinmesi ile yeniden şehrin kaldırımlarını hareketlendirdi. Kaçtıkları apartman kuytularından çıkan seyyar satıcılar ve dilenciler; belediye zabıtalarından çok yağmurun yeniden başlamasından korkuyorlardı.

Şehrin kuzey tarafına düşen gecekondu mahallesinde yaşayan Rıza, çalıştığı fabrikadan bin bir yalvarma ile o gün için izin almış, ilkokula yeni başlayan oğlunu hastaneye götürmüştü. Bir gece önce fena şekilde üşüten küçük Mustafa, bitkin bir halde olsa da, babası ile çarşıya çıkacak olmanın gizli sevincini yaşıyordu. Mahalledeki oyun arkadaşlarından Osman, geçen hafta sonu ailesiyle gittiği iskelede gördüğü tekneleri uzun uzun Mustafa’ya anlatmış, anlatılanları iyice dinleyen Mustafa, günlerce hayalinde o tekneleri canlandırmıştı. Sayılı defa görmüş olsa da denize ve gemilere tuhaf bir merakı vardı. Yaz aylarında karpuz kabuklarını gemilere benzetip, gecekondularının yakınlarında akan cılız suda yüzdürmeye çalışırdı. Büyüyünce ne olacaksın diye soranlara tereddütsüz gemici derdi. O gün için uzak bir ihtimal de olsa içinde, tekneleri görebileceğine dair çocuksu umutlar vardı.

Sabahın ilk saatlerinde, nerdeyse hurdaya dönmüş motosikletlerine, oğullarını arasına alarak binen anne-baba; yağmura yakalanmadan hastaneye ulaşmayı başarmışlardı. İnsan kalabalıklarının oradan oraya savrulduğu hastanede, işlerini zor da olsa bitirebilmişlerdi. Beş dakikalık bir muayenenin ardından, kalın çerçeveli gözlüğünün üzerinden bakan yaşlı doktorun; ciddi bir şey olmadığını söylemesi içlerini rahatlamıştı. Oğullarının ilaçlarını aldıktan sonra, evlerine dönmek için yağmurun dinmesini beklediler. Mustafa, bu bekleyişle eve dönüleceğini anlamış, o gün tekneleri göreceğine dair umutları yıkılmıştı. Ancak içine kapanık bir çocuk olduğu için bu üzüntüsünü hiç belli etmedi. Sabah geldikleri gibi, çocuklarını aralarına alan karı-koca motosikletleri ile yola koyuldu.

Öğleden sonra Belediyede yapılacak olan toplantının ertelendiğini öğrenen, İnşaat Mühendisi Haldun Beyin canı biraz sıkkındı. Şehrin sahil şeridinde inşaatına başlayacağı lüks konutlara ait prosüdürlerin bir türlü bitmemesinden bunalmıştı. Haldun Bey, özel yaşamında olduğu gibi iş yaşamında da çok planlı ve düzenli bir insandı. Her ne kadar işinde profesyonel olsa da bürokrasiden kaynaklanan aksiliklere, elinde olmadan bozulurdu. Çalışma şevkinin bir anda kırıldığını anlayıp işten erken çıkmaya karar verdi. Sekreterini arayıp çıkacağını söyledi. Karısı Aydan’ı, müdürü olduğu bankadan, oğlu Berke’yi okulundan alarak onlara sürpriz yapmak istedi. Çantasını ve paltosunu alıp çok katlı iş merkezinin otoparkına inmek için asansöre bindi. Aklı hala belediyede olduğu için asansörün otoparka indiğini biraz geç fark etti.

Vakit ikindi üzerini geçerken birkaç küçük gök gürlemesinin ardından yağmur çiselti halinde yeniden yağmaya başladı. Denizin üzerine düşen yağmur damlaları minik daireler oluşturuyor, yukarıdan bakılınca deniz, milyonlarca minik dairenin fokurdadığı dev bir kazanı andırıyordu. Sis bulutları arasında belirsizliğe gömülmüş dağlar, bir suluboya dekoru gibi şehrin hemen gerisinde yükseliyordu.
Yağmur temposunu bir anda arttırınca, belediyenin kazılarından hareket alanı iyice daralmış şehir trafiği, her yağmurda olduğu gibi kilitlenmeye başladı. Şehir merkezinden evlerine doğru ulaşmaya çalışan araçların görüntüsü; tsunaminin kıyılara vurmuş dev dalgalarından kaçan, galeyana gelmiş çaresiz insanları anımsatıyordu.

Yağmura yarı yolda yakalanan Rıza, henüz şehir trafiğinden çıkabilmiş değildi. Bir köşede çekilip beklemesi daha mantıklı olsa da beklerse yağmurun daha fazla artacağını düşündü. Karısı Emine ve küçük Mustafa sıkı sıkıya ona sarılmışlardı. Uzaktan bakıldığı zaman Mustafa, yırtıcılardan korumak için anne ve babasının arasına sakladığı,küçük bir tavşan yavrusuna benziyordu.Yağmur şiddetini arttırsa da anne-baba çocuklarına siper oluyorlardı. Rıza, en çok yanlarından hızla geçen arabaların su sıçratmasına bozuluyordu.Kendisinin ıslanmasından çok oğlunun durumundan endişeleniyordu.Geniş caddenin köşesindeki trafik ışıkları kırmızıyı gösterince durdular.

Oysa küçük Berke’nin yolculuğunda herhangi bir aksilik yoktu. Otomobilin kaloriferi, içeriyi sımsıcak yapmıştı. CD çalarda Beethoven’in 9.senfonisi usul usul çalarken, Haldun bey yaşadığı aksiliği eşi Aydan hanımla paylaşıyordu. Evlerine giden daha kestirme yollarda kazılar olması, onları da trafiği felç olmuş bu caddeye mecbur ettiği için belediyeye olan kızgınlığı daha da arttırıyordu.

Anne-babasının konuşmalarına yabancı kalan Berke, otomobilin yan camından dışarıyı izliyordu. Otomobilleri kırmızı ışıkta durunca, hemen yanlarında bekleyen motosiklette anne-babasının arasında sadece kafası gözüken Mustafa ile göz göze geldi. İki çocuk birbirlerine merakla baktılar. Berke, yağmur yağarken motosiklette olmanın nasıl bir macera olabileceğini merak etti. Mustafa da, yanlarında duran siyah kocaman otomobili uzun uzun süzdü. Yaşamlarının başında, yaşama eşit şartlarda başlamamış iki çocuk, kendilerini ayrı düşüren farkların, hiç farkında olmadan birbirlerine gülümsediler. Belki de bu farkında olmayış, tanrının çocuklara vermiş olduğu gizli bir armağandı. Bu gizli armağan sayesinde yaşamın en acımasız ayrımları kaybolup, çocuklar arasında tuhaf bir elektrik oluşabiliyordu.
Mustafa, zeki ama zekasını göstermenin ayıp olduğuna inanmış gibi utangaç davranan bir çocuktu. Yoksul ailesinden kaynaklanan imkansızlıkları telafi etmek için bulduğu çocuksu çözümler sayesinde pratik zekası olağandan fazlaca gelişmişti.
Berke’nin yaşamı, önceden programlanmış ve kendi haline bırakılmış bir makinenin çalışması gibi sistemliydi. Şehrin en elit özel okulunda ve şehrin önde gelen ailelerinin çocukları ile birlikte okuyordu. Tüm öğrenci velileri varlıklı,başarılı insanlar olunca çocuklar da ilkokul birinci sınıftan itibaren acımasız bir yarışın içine sokuluyorlardı.

Çocukların babaları da yaşam savaşına eşit şartlarda başlamamıştı. Rıza, yoksul bir köylü ailesinin beş çocuğundan biriydi. İlkokuldan sonra, okuma şansı olmadığı için günü birlik işlerde çalıştı. Askerliğin ardından, köyden evlendi ama köyde çalışma alanı iyice daraldığı için şehre göç etti. Gecekondu mahallesinde, kendi köyünden insanların yaşadığı muhitte köhne bir ev kiralayıp, inşaatlarda amale olarak çalışmaya başladı. Zamanla üç çocuğu oldu. Ailesinin sağlık giderleri için sigortası olan asgari ücretli işlerde çalışmaya başladı. Aslında Rıza gibi insanların, sadece sigortası için düşük maaşla çalışmaya mecbur olması, bu insanların yaşamlarına konulmuş en acımasız ipotekti. Sağlık güvenceleri dışında, eski çağların karın tokluğuna çalışan kölelerinden çok da farkları olmadığının kendileri de farkında değildi.
Ama kaderin garip cilvesidir ki aynı insan yığınları, yaşamın bu acımasız mecburiyeti altında savrulmaktan, bu derin paradoksu anlama fırsatını hiçbir zaman bulamayacaklardı.
Rıza, yoksulluktan çocukluğunu, çalışmaktan gençliğini yaşayamamıştı. Otuzlu yaşların sonuna gelmiş olmasına rağmen, yaşam ona hala kendini tanıyabilme fırsatını vermemişti.
Neye yeteneği olduğunu, neyi daha iyi yapabileceğini hiçbir zaman bilemedi. Zaten anlamak için boş zamanı da olmadı. Bu ülkede yaşayan milyonlarca mesleksiz insandan biriydi. O, kendisinden başka dört insanı daha doyurmak için beden gücü ile aralıksız çalışmak zorunda olan bir iş kölesiydi.

Haldun bey kırklı yaşların başını yaşıyordu. Gölgeli taşlıkları, cumbaları, yüksek tavanlı odaları olan, denize nazır eski bir Osmanlı konağında varlıklı bir ailenin ortanca çocuğu olarak doğdu. Babası kentin en eski mimarlarındandı. Konağın geniş avlusunu çevreleyen portakal, limon ağaçları ile bahçenin her yanına serpiştirilmiş şebboylar, nergisler ve zambaklar arasında mutlu bir çocukluk geçirmişti. İyi bir eğitimin ardından inşaat mühendisi olup babasının sahibi olduğu müteahitlik firmasında çalışmaya başladı. Doksanlı yıllarda güneyde gelişen turizmin, inşaata olan devasa yansımalarını çok iyi değerlendirdiler. Babasından sonra başına geçtiği aile şirketini beş misli büyütmeyi başarmıştı. Başarılı olmak,çalışmak,kazanmak,disiplin ona ailesinden bir hastalık gibi genetik olarak geçmiş en büyük yaşamsal ilkelerdi.
Bir dost davetinde tanıştırıldığı Aydan hanımla mantık evliliği yapmıştı. Zaten aşk gibi duygusal konulara acizlik olarak baktığı için uğruna şiirler yazacağı bir çift güzel gözlü kadına da tüm gençliği boyunca hiç yer olmadı. Aydan hanım da kocası gibi yaşamın basamaklarını hızla tırmanarak prestijli bir Amerikan bankasına şube müdürü olmuştu. Aydan hanımda, kocasında olan hırsların; kadınsı ihtiraslarla örülmüş içinde küçük oyunlar barındıran daha politik bir şekli mevcuttu. Bu ailede kaybetmek ve başarısızlık işlenebilecek en ağır günahlardan ikisiydi.

Yağmur şiddetini epeyce arttırmıştı. Çocuklar arasında elektrik olsa da babalar birbirinden habersizdi. Arabasının hemen yanında yağmurdan ıslanan küçük bir çocuk Haldun beyin dikkatini hiç çekmedi bile. Milimetrik mühendislik hesapları kusursuzca yapan yeteneği ve vahşi piyasa koşullarında tutanabilmeyi başarabilen müthiş yöneticilik zekasına rağmen insanın gözükmeyen yanına dair inanılmaz önyargıları onu katı bir insan haline getirmişti.Ona göre insan sadece ortaya koydukları ile değerlendirilecek somut bir canlı olduğu için herkes hak ettiği kadarını yaşamak zorundaydı. Şantiyelerinde Rıza gibi yüzlerce işci çalıştırıyordu. Onun gözünde bu işcilerin aynı işyerinde çalışan makinalardan hiçbir farkı yoktu. İnsanlara kazananlar-kaybedenler denkleminden baktığı için ekmek parası peşinde koşan işcilerin, üzerinde konuşulmaya değer bir yanlarının olmadığını düşünüyordu.

Kendileri yağmurda ıslanırken yanlarındaki lüks otomobilde olan insanların rahatı da Rıza’yı hiç alakadar etmiyordu. Kaderini çok genç yaşlarda kabullenmenin ve bunun değişmesinin imkansızlığını bilmenin tuhaf rahatlığını yaşıyordu. Ömür boyu çalışsa da yanındaki gibi bir otomobile sahip olamayacağını bildiği için zenginliğin çalışarak sağlanabileceğine hiçbir zaman inanmamıştı. Ona göre zenginler helal yoldan kazanmış dürüst insanlar değildi. Kendisinin de, dürüst olduğu için hiçbir zaman zengin olamayacağına inanıyordu.

Karşıdan bakıldığı zaman görünen manzara, ülkenin iki farklı yarısını temsil eden insanların, yağmurlu bir havada aynı karede buluşması gibiydi. Kırmızısı yanan trafik lambası, birisi mecburiyetten diğeri ilkelerinden dolayı ikisi de çok çalışan, birbirinin varlığından bile habersiz iki babayı yan yana getirmişti. Birisinin çok çalışması, hasta oğlunu yağmurdan korumaya bile yetmez iken diğerinin kazanma hırsı, hemen yanı başındaki trajediyi göremeyecek kadar gözlerini kör etmişti.
Bu ilginç manzara, yeşil lambanın yanması ile sona erdi.Berke otomobilin camından Mustafa’ya son kez gülümsedi. Otomobilin egzozundan çıkan dumanlar, yağmur damlaları arasından süzülüp Mustafa’nın yüzüne doğru belli belirsiz savruldu. Birbirini hiç tanımayan, birbiri ile hiç konuşmayan iki çocuk, büyüklerin hiç anlamadığı bir dil ile üç dakikalığına gözleri ile anlaşmışlardı.
Berke; çok özel ahırlarda,mükemmel üstü bakımlarla yepyeni yarışlara hazırlanan kaliteli bir İngiliz tayı; Mustafa ise sadece karın tokluğuna yük taşımaya aday bir araba atı olmak üzere hiçbir şeyden habersiz kendi yaşam gerçeklerine doğru yol aldılar.

Geniş Zamanlar/2009

Konular